POST-MODERNİZM ve DİJİTALLEŞME

Dijitalleşme; modernitenin tam idrak edilmediği toplumları başka bir tür post-modern (simülatif) toplum haline mi getirecek?

 

Baudrillard noktayı seksenlerde koymuştu: Kültür kültür-ötesi oldu; ekonomi ekonomi-ötesi, siyaset siyaset-ötesi vd. 18. Yüzyılın son çeyreğinde ivmelenen sanayi toplumunun getirdiği modernizm de bu ve benzeri “–ötesi” olguların toplamı anlamında modernizm-ötesi; yani post-modernizm oldu.

Bu arada post-modern yaşam modeli gerçeğin ortadan kalkması anlamına geliyordu. En azından doğal adresi olan sanayi toplumunun egemen olduğu topraklarda. Gerçek ortadan kalkınca geriye onun simülasyonu kaldı.

Dijitalleşme zaten bu spekülatif bakış açısının vücut bulmasını olanaklı kıldı (onu kitlelerin gözünün içine sokuyor). Ayrıca onu lineer gelişim gösteren toplumların içinde sıkışıp kalmaktan da kurtardı (global hale getiriyor). Bu durumda ortaya bir çelişki çıkmaktadır: Modernitenin olmadığı topraklarda post-modern simülatif bir toplumdan bahsedilebilir mi? Cevap lineer gelişimi gerekli kılan önkoşulları toplumda aramamakta. Dijitalleşme bugün öyle ya da böyle dünyanın her bölgesinde yaşamı teslim almakta. Bu durumda doğası gereği kaotik olan yaşam, yeni bir tür simülasyon modeliyle yeniden tanımlanmak zorunda: Kaotik simülasyon!

Köyünden lüzum görmediği için kafasını dışarı dahi uzatmamış milyonlar, bugün internet sayesinde dünyanın öteki ucuna seyahat edebilmekte. Hem de sadece televizyonun izin verdiği değil; diledikleri yerlere. Öte yandan bu kitleler TV yayının egemenliğinden kurtulmuş olarak, sadece pasif alıcı konumda da değiller. Gittikleri bu sanal mekanlara aktif olarak da katılabilmekteler. Sağolsun sosyal medya.

Bu algısal dönüşüm, doğaldır, dünyanın her yerinde kaotik bir durum yaratıyor. Daha internet ile webin, sosyal medyanın farkını idrak edememiş milyonlar kendi fikirlerini dünya ile paylaşıyor. Kesin doğru dedikleri fikirlerini! Global bir anket yapılsa dünyanın düz olduğuna inananların sayısının küresel olduğuna inanları kat be kat aşacağını tahmin etmek zor olmasa gerek!

Her ne olursa olsun ana akım medya (tek yönlü olmanın avantajıyla) yıllarca “doğru” bildiğinin yayınını yaptı. Alternatif seslere izin vermedi. Şimdi ise internet, ağzı olan herkesin konuşmasını olanaklı kılıyor. Kubbenin altında sadece “doğru” sesler duyulmuyor artık. Tam bir kakafoni. Evrim doğruysa bu kakafoniyi de “yerinde” bir gelişim olarak kabul etmek gerekiyor. İnsanlığın yüzyıllardır geliştirdiği kültür mü? E onu kitlelere yayamayan da o kültürü geliştirenler değil mi? Yayabilselerdi!

Dünya maalesef dijitalleşme ile yeni bir karanlık çağa giriyor. Gelişmiş, ileri teknoloji ile kutsanmış, dijital bir karanlık çağa. İkinci sözlü geleneğin hüküm süreceği bir çağa. Doğal olarak bu dijital kaotik durum da zaman içinde yerini belli bir dijital düzene bırakacak. O dijital düzende insanın toplum içindeki yeri de varlık nedeni de yeniden tanımlanacak. Bunun ilksel çalışmalarına başlandı bile. Umut robotlarda!

Bu arızalı(?) süreç elbette uzun soluklu olmayacak. Dünyanın sonu yakın. Karamsar tahminlere göre altı yüz yıl iyimser tahminlere göre bir kaç milyar yıl. Ancak şurası kesin: İnsan bu dünyadan ayrılmak, bir yerlere gitmek zorunda. Orada her şeye sıfırdan başlamak üzere. Mecbur; su bulmalı ya da üretmeli o gideceği yerde; tarım yapmalı. Sonra? Yeniden sanayi! Belki de değil.

Herkese Bilim Teknoloji Dergisi; “Dijital Kültür” Köşesi (Sayı 89 – 08.12.2017)

SAVAŞMA DİJİTALLEŞ !

Global “bilgi toplumu”nun gerçekleşmesi belki de dünyadaki petrolün bitmesine bağlı!

 

Savaş ya da barış bilim için bir anlam ifade eder mi? Belki lojistik açıdan edebilir. Savaşın olduğu bir ortamda bilim yapılmasının sekteye uğraması ikisi arasında ters orantılı (ancak dolaylı) bir ilişki kurulmasını sağlayabilir. Bilimin “uygulaması” niteliğindeki teknoloji savaşla da barışla da daha az dolaylı temas halindedir.

Aslında teknoloji savaşın ya da barışın var olmasını, sürmesini, kazanılmasını/kaybedilmesini, ortadan kalkmasını teminde kritik bir rol oynayabilir. Ancak bu ilişkide araya “kullanım amacı” katmanı girdiğinden, aradaki ilişki yine dolaylıdır. Aynı teknoloji iyi amaçla kullanılıp barışı da getirebilir, kötü amaçla kullanılıp savaş da çıkarabilir.

Velhasıl savaş, barış, bilim, teknoloji olguları arasındaki bu ve diğer olası ilişkiler belli bir paradigmaya göre şekillenmekte: “Sanayi toplumu” paradigması. Bu paradigma iki yüzyılı aşkın bir süredir sadece kendisini geliştirmedi. Teorik anti-tezini de yıprattı. Kah teorik kah pratik uygulamalarla onun işe yarar bir alternatif olamayacağı mesajını belletti. Bireysel ve toplumsal hafızada.

Artık hiçbir değişiklik kapitalizmin ortadan kalkması anlamına gelemezdi. Olsa olsa kabuk değiştirmesi, dönüşmesi, ama var olmaya devam etmesi söz konusu olabilirdi. “Sanayi sonrası toplum” (ya da postmodernizm) de bu amaca hizmet eder hale geldi; getirildi. Tam her şey yerli yerine oturmuşken, bu kabuk değiştirmeler sanayi toplumun üçüncü, dördüncü, beşinci evreleri olarak lanse edilirken, yetişmekte olan genç kuşakların inatla ve kendi bakış açılarına göre geliştirmekte oldukları yeni paradigma ufuktan göz kırpmaya başladı: Bilgi Toplumu !

Şu tespit önemli: İleri teknolojik gelişmeler global toplumsal dönüşüme neden olurken ekonomi politik açıdan da yeni bir potansiyeli ortaya çıkardı: Genç milyarderler! Bu milyarderler başlangıçta bir tür ultra kapitalizm anlayışına teslim oldu. Daha yeni ileri teknolojilerin icat edilmesine yatırım yaptılar. “Sistem” ile barışık bir yolun yolcusu oldular. Ancak milyarderler kulübüne yeni katılan gençler içinde yetiştikleri o yeni paradigmayı terk etmiyorlar.

Makroekonomik anlamda “para” olgusunu dönüştürecek ciddi bir altyapıyı ortaya çıkardılar: Bitcoin ve onun türevi “dijital para birimleri”. Ayrıca politika ve dünya sorunlarına karşı daha duyarlı bir bakış açıları var. Bellidir ki yeni paradigmanın dünyada söz sahibi olabilmesi için global politikada temsil edilmeleri gerek. Gelecek on yıllarda bu profildeki genç politikacıların dünya sahnesine çıkması daha olası.

Ayrıca bu gelişim sürecini çoğunluk profiline bakarak değerlendirmek de pek doğru değil. Dijital yerli (Y Kuşağı, Z Kuşağı) gençlerin büyük bir kısmı (hadi Pareto’yu göz ardı etmeyip yüzde sekseni diyelim) belki de bu paradigmaların ne anlama geldiğini dahi bilmeden yaşayıp gidecek – önceki kuşaklar gibi. Ancak dünyanın yeni bir paradigmaya geçişi için yüzde yirmilik kısım yeter de artar bile. Yeni kuşaklar, dünya barışı için özel bir çaba sarf edecek mi? Belki de hayır. Ancak bu yeni bilgi toplumu paradigması toplumsal yaşamı öyle değiştirecek ki “global barış” bu hayatın doğal bir parçası olacak – kimse savaşmak istemeyecek! Belki de petrol bitmeden o temiz dünyaya ulaşmak olası değil!

Herkese Bilim Teknoloji Dergisi; “Dijital Kültür” Köşesi (Sayı 75 – 01.09.2017)

EN ÖNEMLİ SORUN(UMUZ)

Ülkemizin hatta pek çok ülkenin en önemli sorunu nedir? Entelijansiyenin bireyine ve toplumuna yabancılaşması ne tür sorunlar açtı, açıyor? Bilgi çağı hangi profildeki aktörlerin sahneye çıkmasını sağlıyor? Tüm bunlar dijital yerlileri nasıl etkilemekte?

 

“En önemli ama en önemli sorunumuz” nedir? Doğan Kuban Hoca Herkese Bilim Teknoloji Dergisi’nin zaman zaman düzenlediği beyin fırtınası toplantılarında en çok bu soruya cevap aranmasını salık verir.

Düşünüldüğünde “Eğitim şart!” türünde kendini tablodan soyutlayıcı cevapların işaret ettiği “cehalet”in en önemli, kök sorunumuz olamayacağı tespit edilecektir. Giderek daha netleşiyor ki ülkemizin en önemli sorunu topluma yön veren entelijansiye (okumuş, aydın-entellektüel kategorisine girenler) ile sokaktaki vatandaş arasında kapanmayan bir uçurumun söz konusu olması.

Bu uçurum kaçınılmaz sonuçlar üretebiliyor. Örneğin entelijansiye yaşadığı çağa, topluma yabancılaşıyor. Bu yabancılaşma giderek çağı ve toplumu kendisinden aşağı görmesine sebebiyet veriyor; hiçbir şeyi beğenmiyor. Ayrıca ego ve kibir patlamasına neden oluyor. Şişen kibir, ego sürekli o düzeyde korunması gereken bir değer halini alıyor. Öyle ki alttan alta ortalamanın entalijansiye sınıfına terfi etmesini köstekleyici yaklaşımlar bile sergilenebiliyor.

Şimdiki zamanın içinde yaşamanın ötesini dikkate alma imkanları giderek daralan geniş kitleler ise anlık dertleri, koşulları, gerekleri içinde boğulurken latif ve zarif olma sürecini ıskalayarak hayatını tamamlıyor ve izleyen kuşaklara benzer kesiflikte bir miras bırakıyor. Bunun en bariz göstergesi : Sadece kendini düşünmek!

Kapitalizm güdümündeki sanayi toplumunda geçer akçe sermaye-para olduğundan entelijansiye bu tavrını topluma kısmi olarak yansıtabiliyor, nihilizmin ve postmodernizmin derinliklerinde kaybolabiliyordu. Bilgi çağı ile birlikte “bilgi” olgusunun kendisi para kadar değerli hale gelince entelijansiyenin önemi arttı. Ancak bu durum kendisine fayda sağlayacak şekilde tek yönlü çalışmakta; topluma yararı ise sınırlı.

Bu bir yana çevre koşulları da yerinde saymadı. Postmodern aydın ya da entelektüel bakışını kendisine çevirip de toplumdan iyice soyutlanınca boşluk kaldırmayan sosyo-kültürel yapı ortaya yeni aktörler çıkardı. Sanayi toplumunda bu aktörler sermaye sahiplerinin içinden çıkıyordu; yani burjuva. Bilgi çağında ise “bilgi” olgusunu kullanma becerisine sahip herhangi birisi kıvrak zekalı, yüksel belagatlı karizmatik, burjuva-dışı olmak kaydıyla kitleleri peşinden sürükleyebilir hale geldi.

Bu sendrom aslında dünyanın pek çok yerinde varlığını hissettiriyor; sadece Türkiye’de değil. Her toplum ya da kültür kapitalizm dayağından kendi payına ne kadar düştüyse o kadarını yedikten sonra yakalandı-yakalanmakta bu “dolu”ya. Ülkelerin entelektüel, aydın kesimleri için yaşadıkları toplumu dönüştürmek, “kurtarmak” her zamankinden daha zor hale geldi.

Bu açmaz nasıl sonuçlanacak? Kısa cevap, global bir yıkımın yaşanması. Bu bir dünya savaşıyla da olabilir, meteor çarpması veya salgın hastalık benzeri “doğal” bir afetle de, K.Kore gibi “kontrol altında tutulamayan” birilerinin bir düğmeye basmasıyla da.

Ancak şunu ıskalamamalı ki bu tür çözüm modelleri de sanayi toplumu paradigmasından bakıldığında görülen şeyler. Oysa sanayi toplumu yıkılıyor. Gelmekte olan dijital devrim, öyle Atlantik’in iki yanında söylendiği gibi yeni bir sanayi devrimi evresi değil; müstakil bir devrim. Dijital devrimin kendi kültürü, kendi öncelikleri, kendi standardları, kendi normları, kendi paradigması var. Herşeyden önemlisi “dijital yerli” denilen kendi halkı!

 

Herkese Bilim Teknoloji Dergisi; “Dijital Kültür” Köşesi (Sayı 56 – 21.04.2017)

DİJİTAL MAĞARA

Zatı itibariyle bir değeri olduğunu bilmeyen kişi, “kendini bil”mesinin gerekli olduğunu nasıl anlayacak ki!

 

Hakiki Olimpos Dağı’nı geride bırakıp Atina’ya uzanan otoyolda seyrederken şaşırtıcı bir çıkışa denk gelinir: Tapınağı ile ünlü antik dağ köyü Delfi. Delfi Tapınağı ile ilgili hiç değilse bildik üç popüler husus vardır.

Antik Çağ’da Byzas’a kentini “körler ülkesinin karşısına” kuracağı kehanetinde bulunan Delfi Kahini birincisidir. (Byzas bugünkü Sarayburnu’na gelir; Kadıköy tarafında kurulu bir kent olduğunu görür, “Bunlar kör galiba, bu kadar güzel bir yer varken, gidip karşısına kent kurmuşlar” diye düşünür. Jeton düşer. Bizantium kentini orada kurmaya karar verir).

Maalesef gözümüzün önünde olduğu halde pek bilinmez ikincisi. Kahinlerin üstüne oturdukları kaide. Birbirine sarılmış üç yılanın oluşturduğu sütun halindeki bu kaide yüzyıllardır Sultanahmet’te iki taş sütunun arasında durmakta. Osmanlı’dan sonra uğursuzluk getirmesin diye üç yöne bakan yılanların kafaları koparılmış halde.

Tağınağın girişinde yazılı olduğu rivayet edilen ünlü söz üçüncüsüdür: Gnothi Seauton. Yani Kendini Bil. (Matrix filmi fanatikleri, bu sözün Latincesi olan Temet Nosce’yi Neo’nun kurabiye yapan Kahin ile mutfaktaki konuşmasından anımsayacaktır).

Ancak bir kaç yıl önce görme fırsatı bulduğum tapınak kalıntılarında da dibindeki müzede de bu lafın izine rastlayamadım (ayrı bir tartışma konusudur). Altı çizilmesi gereken nokta ise şu: Kendini bilmek, bilgi çağında daha mı kolaylaştı yoksa giderek daha mı zorlaşıyor?

Şu bir gerçek ki kişinin kendini bilebilmesi için, kendine zaman ayırması gerekir. Kendi ile başbaşa kalabileceği kaliteli bir zaman. Kendi iç sesini dinleyebileceği, son dönemdeki etkileşimlerinin kendisine ne tür mesajlar verdiğini irdeleyebileceği, bunlardan sonuçlar üretebileceği bir zaman. Kısaca tefekkür !

Issız bir hayata gerek yok bunun için. Örneğin her akşam uykuya geçmeden önceki o kısa (veya uzun) zaman dilimi bu muhasebeyi yapmak için kullanılabilir. Yetmiyorsa hafta sonları. Veya daha uzun süreli “çekilme”ler.

Yani bilgi çağında birey bu çekilmeleri daha sık ve daha yoğun gerçekleştirebilmelidir. Tabii eski paradigmaya göre değerlendirmek gerekseydi: Ne kadar dış dünya etkileşimi, o kadar tefekkür ! Ki o etkileşimler zihinde hazmedilerek belli bir yere oturtulsun; boşa gitmesin!

Oturtulabiliyor mu peki? Bilgi çağında dış dünya etkileşimi geometrik olarak artarken tefekkür süreci aynı oranda gelişmiyor. Tam tersine geriliyor. Zihin; veri ve enformasyon bombardımanına uğradıkça, birey bunları hazmedecek vakti bir türlü bulamıyor. O kadar veri, o kadar enformasyon, bir kulak tencere bir kulak pencere misali, girdiği gibi çıkıp gitmekte zihinlerden. Sanki hiç var olmamış gibi.

Ne yazık ki maruz kaldığı enformasyonu tefekkür ederek, ondan anlamlı bilgiler çıkarmak üzere kendisine zaman ayıramayan, kendisini bilme sürecinde ilerleyemeyen günümüz bireyi her ne kadar adı bilgi çağı olsa bile bir tür mağara devrinde yaşamaktadır. Belki de dijital bir mağara!

Tek suçlu birey mi? Masada o kadar çok çikolata var ki artık kimse pırasa yemek istemiyor; faydalarını bildiği halde. Zatı itibariyle bir değeri olduğunu bilmeyen kişi, “kendini bil”mesinin gerekli olduğunu nasıl anlayacak ki! Bu gelenekçi birey için de geçerli (çünkü “kendini bilen rabbini bilir”) (post)modernist birey için de (“kendini bil”)!

Herkese Bilim Teknoloji Dergisi; “Dijital Kültür” Köşesi (Sayı 41 – 06.01.2017)

ENTELEKTÜEL KİBİR

Modernizm dijital devrimi yeniden paketleyip postmodernizmin bir parçası haline getirmeye çalışırken, gerek dijital yerliler gerekse de onları destekleyen dijital göçmenler 21. yüzyıl bireyini entelektüel kibirin tuzağına düşmekten kurtarabilecek mi?

Dijital Yerli kuşaklar ile Dijital Göçmen kuşaklar arasında adı konmamış bir savaş var. Açık istihbaratla bile bunun izini sürmek mümkün. Örneğin bu yıl Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu’nun konusu “4. Sanayi Devrimi” idi. Bu adlandırma ile göçmenler dijital devrimi, sanayi devriminin bir evresi haline indirgemeye çalışıyor. Toplumun bilinçaltına bu subliminal mesajı şırınga ediyor. Oysa Dijital Devrim yeni bir paradigmadır; sanayi devrimi paradigmasının bir sonraki evresi değil.

Sanayi devriminin güvercinleri II. Dünya Savaşı’nın bitiminden beri, yıkıcı özelliklerinden onun nasıl arındırılabileceği üzerine kafa patlatıyor. Buldukları kod adı; “sanayi-sonrası” (İngilizcesi “post-industrial”). Nasıl ki sanayi devrimi ile gelen toplum modeline “modernizm” dendiyse, sanayi-sonrası devrim ile gelecek olan topluma da “post-modernizm” adı o nedenle kondu. (İşin ilginci postmodernist olarak işaret edilen kanaat önderleri sanayi toplumu içinde yaşayan ama onun pek çok yanını reddeden kişilerdir).

Ancak “sanayi-sonrası devrim”in bileşenleri üzerinde bir türlü mutabakat sağlanamadı. O süreçte birey de yıkıma karşı kendince bir çözüm buldu; içine kapandı. Bu öge derhal post-modernizime dahil edildi. Hintli yogilerin, tasavvufun, kabalanın, kişisel gelişimin son elli senedir popüler olması bu nedenle olsa gerek (örn. Sufiler de 12. yüzyıldan itibaren içlerine kapandı; kendi dini-siyasi liderlerinin baskısından dolayı).

Sanayi sonrası için odaklanılan ilk kaynak “uzay” oldu. Soğuk savaş döneminde Sovyetler Birliği’nin attığı kazıktan dolayı. Sovyetler uzaya ilk uyduyu gönderdi (Sputnik) ve yarış bugün hiçbir işe yaramadığı bilinen aya insan indirmekle zirve yaptı.

2008’de ABD’de ortaya çıkan ve kapitalizmin çöküşü anlamına gelen ekonomik kriz 80li yıllardan beri sanayi toplumunun kapısındaydı. Geçen bu otuz seneyi sırtında taşıyan ise “elektronik, dijital teknolojiler” oldu. Önce California’daki bir grup hippinin eğlencesi (bilgisayar) arayış içindeki sermaye sahiplerinin ilgisini çekti; sonra uzay yarışı nedeniyle icat edilmiş, kamu kurumlarını birbirine bağlayan elektronik ağ (Internet) “keşfedildi”. (Çünkü uzay “çok pahalı” idi).

Sanayi Devrimi’nin itici gücü (emeğin dönüştürülmüş hali olan) sermayedir, paradır. Para bu sayede belli seçkin, ruhban vb sınıfının tekelinden çıktı; herkesin ulaşabileceği bir yere geldi. Bunun sonucunda bireyin “ekonomik kibiri” arttı.

Dijital Devrim’in sembolü ise bilgidir. Bilgi artık her yerde, herkesin erişebileceği mesafede. Bunun sonucunda da bireyin “entelektüel kibiri” artıyor. Dün gelir dağılımınındaki uçurumun yarattığı toplumsal sorunlar (çözülemeden), bugün bilgi dağılımındaki uçurum nedeniyle katlanarak artıyor.

Ülkelerindeki politikacılara bakıp, “Böyle kişiler nasıl oluyor da sandıktan çıkabiliyor?” diye hayıflananlar; dün paranızı (veya emeğinizi) feda etmeyerek bu sonuca katkı sağladınız; bugün bari bilginizi feda edin! Unutmayın ki parayı paylaşınca cebinizdeki miktar azalır; ancak bilgiyi paylaşınca beyninizdeki bilgi azalmaz!

Herkese Bilim Teknoloji Dergisi; “Dijital Kültür” Köşesi (Sayı 3 – 15.04.2016)